Selam Ben Onur,
Eylül ayının başında okulun internet sitesinde duyurulara göz gezdiriyordum. Acayip bir başlığa sahip duyuru vardı. Duyuruyu okuduğumda seçmeli bir dersin öğrencileri Belçika’ya götüreceği gibi ilginç bir şeyler okudum. Tabii önce bir kavrayamadım, bizim okulda böyle fırsatlar varmış da nasıl benim haberim olmaz?
Aradan haftalar geçti, dönem bitti. Yeşil yeşil pasaportumuz olmadığı için çok sevgili aracı şirketlere para verip vizemizi almak zorunda kaldık. Ayrıca şu bilgiyi de yeri gelmişken vereyim. Belçika, Schengen vizesi için başvuracağınız son ülke olsun. Vizeyi tamı tamına 10 (on) gün vererek çok net bir mesajla ‘Gel işini gör, sonra çık!’ demiştir. İşin ilginci de Belçika’nın en uzun süre bulunduğum 3. ülke olması. Bundan bir yıl önce, Belçika’nın daha önce adını duymadığın bir şehrinde bir hafta geçireceksin deselerdi hayatta inanmazdım.
Antwerp ve Birtakım Güzel Binalar
Bu güzide Belçika şehrinin de adı bir acayip. Belçika’nın birden çok resmi dili olduğu için şehrin de birden fazla adı oluyor. Fransızlar şehre Anvers derken Flemenkçe konuşanlar Antwerpen diyor. İngilizce ismi de Antwerp olması lazım. Biz Antwerp diyelim bundan sonra.
Daha önce Avrupa’da herhangi bir şehri gezdiyseniz o ilk büyülenmeyi bir daha hiç yaşayamıyorsunuz. Böyle söyleyince çok şımarık bir söylem gibi oldu ama anlatmak istediğim şeyi anlamışsınızdır. İlk yurt dışına çıktığım vakit Portekiz’in Aveiro şehrine ayak basmıştım. Turizm açısından önemli bir şehir olmasına rağmen küçük bir üniversite şehriydi kendisi. Yine de Avrupa ve Akdeniz havasını şehirden okumak oldukça büyüleyici olmuştu. Böyle binalar falan çok hoştu kısacası. Ancak Belçika bu büyüyü bana bir daha yaşatamadı. Daha önce de Belçika’da bulunmuş olmamın da etkisi olabilir tabii.

Antwerp’e pazar öğleden sonra vardığımız için bizi koca bir gün bekliyordu. Bu arada Antwerp’e 20 kişilik kalabalık bir grup gittiğimiz için o kadar insanın beraber takılma gibi ütopik bir şeyin olması tabii ki mümkün değildi. İyi iki de öyle bir şey olmadı da kafamıza göre takıldık boş zamanımızda. Odalara yerleştikten sonra Taha ile şehri bir turlamak üzere kendimizi dışarı attık. Taha’nın da adını andığımıza göre şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bu 20 kişilik gruptan kimseyle bir arkadaşlığım yoktu bu proje öncesinde. Çok sevgili dostlar kazandırdı bana bu proje.
Portekiz’den Eski Bir Dost
Şu hayatta en keyif aldığım aktivitelerden birisi daha önce hiç bulunmadığım bir şehirde başıboş dolaşmak. Kaybolmayalım diye kaldığımız yeri işaretledikten sonra kafamıza göre adımlarımız bizi nereye götürdüyse oraya gittik. Antwerp oldukça kalabalık bir Belçika şehri, turist çekme gibi bir derdi olmamasına rağmen büyük bir limana ev sahipliği yaptığı için ekonomik açıdan Belçika için önemli bir role sahip. Turist olarak gezilecek çok bir yeri olmadığı için (Rubens House gibi harika bir müze var, oraya bakabilirsiniz.) tabii ki market gezmeye başladık. Ancak öyle bir market bulduk ki ben böyle lüks bir yer görmedim daha önce. Türkiye’deki Macrocenter ayarında bir market diyebilirim o lüksü tarif etmek için. Stantlar o kadar otantik ki şöyle bir gezip çıktık yalnızca. Ancak çok sevgili Portekiz tatlısı pastel de nata burada da karşıma çıktı. Portekiz pastanelerine olan hayranlığıma göz atmak isterseniz daha önce yazdığım yazıya göz atabilirsiniz.

Türkçe Konuşan Afganlar
Tabii market market gezince karnımız da acıktı, ancak çok para harcamak istemediğimiz için kendimizi ucuza ne yiyebiliriz? arayışları içinde bulduk. Ara sokaklardan geçerken 3 gence rastladık: ‘Hadi şunlara bir soralım, ucuza ne yiyebiliriz?’ dedik. Yanlarına yaklaştığımızda konuştukları dilin Türkçe olduğunu anlayınca Taha’yla şöyle bir yüz yüze geldik. Bu 3 gençle tanıştıktan sonra bunların Türk değil, Belçika’da Türkçe konuşan Afganlar olduğunu öğrendik. Şöyle kısaca bir hikayelerini dinledikten sonra olaylar nasıl gelişti hiç hatırlamıyorum ama kendimizi bunların peşine takılmış halde bulduk. Bizi gemiye götüreceklerini iddia ediyorlardı ancak bu geminin tam olarak nasıl bir şey olduğunu kavrayamadık. Nehir kıyısına vardığımızda gemi dedikleri şeyin gerçek anlamda gemi olduğunu fark ettik. Gün içinde yarım saatte bir kalkan bu gemiyle ücretsiz olarak karşı kıyıya geçebiliyorlardı Antwerpliler… Biraz nehir havası alıp karşıya geçince de doğal olarak tekrar karşıya geçme gereği doğmuş oldu. İşin ilginç tarafı da burada ortaya çıkıyor: Şehri ikiye bölen bu nehri tepmenin 2 yolu var. Dilerseniz yarım saatte bir kalkan bu gemiye bisikletle veya yaya olarak binebiliyorsunuz. Bir diğer yolda suyun altından yaptıkları tünel ile bu yolu yürüyerek geçmeniz de mümkün. Hatta aşağıya bisiklet ile de inebiliyorsunuz.

Tabii aşağı inmenin de 2 yolu varmış. Kocaman bir asansör kullanabilirsiniz ya da harika görünen yürüyen merdivenlerle inebilirsiniz. Yürüyen merdivenlerin kenarı da bu tünel inşaatı sırasında çekilen fotoğraflar ve teknik çizimler de size eşlik ediyor olacak. İşte bu muhteşem bir şey!
Bu hengamede karnımızı doyuramadan hostel’in yolunu tutmuş olduk ancak Antwerp’teki ilk günümüzü oldukça keyifli geçirmiş olduk. Bu güzel şehirde son günümüz de oldukça renkliydi ancak onu anlatamayacağım.
Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!